Yol ve Kaybolmanın Sanatı

Yola çıkmak, belirsizliğe doğru atılan bir adım gibidir. İnsan bildiği toprakları, alıştığı sokakları, ezbere bildiği yüzleri geride bırakırken, bir boşluğa adım attığını hisseder. Bu yüzden kaygı kaçınılmazdır. İnsan zihni bilinmezi sevmez; haritası çizilmemiş yollar, ona huzursuzluk verir. Bir uçurumun kenarında durup aşağıya bakmak gibidir bu his. Gitmek mi, kalmak mı? Kalmak güvenlidir, ama bir noktadan sonra insan kendi içine kapanır, kendini kaybeder. Yolun dışında kalmak, zamanla insanın kendini unutması demektir, çünkü hareket yoksa keşif de yoktur.

Oysa yola çıkmak, yalnızca bir mesafe kat etmek değildir. İnsan her adımda kendi içinde bir kapı açar, her durakta başka bir yüzüyle karşılaşır. Yolculuk, dışarıda olup biten bir şey gibi görünse de, asıl değişim içeride olur. Kendi alışkanlıklarının, korkularının, hatta yıllardır tanıdığını sandığı benliğinin çeperlerine dokunur. İlk başta kaygı, tıpkı ağır bir sırt çantası gibi omzunda durur. Ama zamanla, insan onu taşımaktan yorulmaz, çünkü fark eder ki bu kaygı yolun bir parçasıdır. Her adım, onun içindeki bulanıklığı biraz daha açar, kendini yeniden tanımlamasına izin verir.

Ve en sonunda, yol gerçekten başladığında, insan geriye dönüp baktığında anlar ki yola çıkmak, yeni bir yere varmak değil, kendi içinde yeni bir benlik yaratmaktır. Yol bazen uzun, bazen yorucudur. Ama insanın kendine varmasının başka bir yolu da yoktur. Belki de bu yüzden bazı insanlar hep gitmek ister. Bazılarıysa hep kalır. Ama asıl mesele ne gitmekte ne kalmakta gizlidir. Asıl mesele, yolculuğun sizi neye dönüştürdüğünü fark edebilmektir. Çünkü insan yol aldıkça değişir, değiştikçe var olur.